Kültür,

Din-i ilahi ve Ekber Şah

Din-i ilahi ve Ekber Şah

16.Yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin en muhteşem devri kabul edilmektedir. 1517’de Mısır’ı fetheden ve hilafeti İstanbul’a getiren Yavuz Sultan Selim, Osmanlıyı bir cihan devleti yapmıştı. Oğlu Kanuni Sultan Süleyman ise, yarım asır hükümdarlığında üç kıtaya hükmetmiş, İslâm âleminin merkezi durumuna gelen İstanbul’dan, hilafetin manevi gücünü de arkasına alarak ordularını Viyana önlerine kadar göndermişti.

Aynı asırda Hindistan’da ise bir başka Türk devleti hüküm sürmekteydi. Çağatay soyundan gelen Babür Şah’ın 1526’da kurduğu Babürlü Devleti, üç asırdan fazla bölgeye hakim oldu. 1556’da Babür Şah’ın torunu Ekber Şah tahta oturdu. 1605’de vefatına kadar 49 yıl boyunca Babürlü Devleti en parlak devrini yaşadı. Ancak “ulemaüssu” denilen sapık âlimlerin tesiriyle ortaya çıkan itikat buhranı, Müslümanları çok sarstı. “Din-i İlahi” diye ortaya atılan yeni inanç ve ibadet sistemi; İslamiyet, Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm’in güya en beğenilen taraflarını birleştirmeyi ve “sulh-ı küll” denilen din ve mezhepler arası genel barışı amaçlamaktaydı.

İşte böyle bunalımlı bir dönemde itikadı sarsılan, ibadet ve dini hayatı gevşeyen Müslümanlara yeniden İslam’ın saf ve hakiki güzelliklerini gösteren bir hidayet rehberi ortaya çıktı. Allah’ın izniyle, batıl fikirleri darmadağın etti. Dini tecdit ederek insanları irşad etti. Hicri ikinci bin yıla damgasını vuran bu zirve şahsiyet, Müceddid-i Elfi Sani İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki Sirhindi’den başkası değildi. ***

YENİ BİR İNANÇ SİSTEMİ!

Çağatay soyundan gelen Babürlü sultanları, İslâmiyeti kabul etmiş olmalarına rağmen inanç ve ibadet konularında çok yanlış fikir ve uygulamalar içine girmişlerdi. Hindistan’daki eski dini inançlar ve batıl geleneklerin etkisinde kalan bu yöneticiler, bazı kötü âlimler vasıtasıyla çok yanlış bir icraata giriştiler. Kendilerine göre dinde reform yaptıklarını iddia ederek yeni bir inanç sistemi oluşturmaya kalkıştılar.

Ekber Şah ve devlet yöneticileri, İslâmiyet, Hıristiyanlık, Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm’den beğendikleri ilkeleri alarak birleştirip “Dini İlahi” adını verdikleri bu yeni inanç sistemini topluma kabul ettirmeye çalıştılar. Bu yeni dinin kendine göre inancı, ibadeti, yasakları ve emirleri vardı. İman zayıflığı, İslâmi hükümlere şüphe ile bakma, Kur’an ve sünneti hafife alma ve nihayet Hazreti Peygamber (s.a.v.) hakkında istihzaya varacak sözler sarfetme, bütün toplumu kuşatmıştı. Samimi Müslümanların çok zor durumda olmaları, baskı ve zorlamalar neticesinde ibadetlerini ya gizlemeleri veya terk etmeleri dini hayatı çıkmaza sokmuştu.

İmam-ı Rabbani gençliğinde, Ekber Şah’ın sarayında kaldığı için bu sapık faaliyetlerin kimler tarafından ne maksatla ortaya atıldığını çok iyi görmüştü. Burada edindiği tecrübe, onun ileride yapacağı mücadele ve ıslah hareketinin temelini oluşturmuştu. Bilhassa Ebül Fazl ile yaptığı tartışmalar, fikri olgunluğuna zemin hazırlamış ve bu dönemde “İsbatü’n-nübüvve” adlı ilk eserini yazmıştı.

İKİNCİ BİN YILIN MÜCEDDİDİ

İmam-ı Rabbani’nin Hicri ikinci bin yılın müceddidi olarak neler yaptığını tam anlayabilmek için, Babürlü sultanı Ekber Şah devrinin hayat tarzı ve düşünce sistemini detaylı olarak bilmek gerekir. Önceleri Müslümanlarla Hindular arasındaki çatışmaları önlemek ve barış içinde yaşamalarını temin etmek niyetiyle başlanan siyasi çözüm, zamanla dini ve felsefi bir şekle bürünmüştür. Ekber Şah, hocası Mir Abdüllatif’in değişik din ve mezhepteki insanların hoşgörü ve barış içinde yaşama fikrini benimsemiş ve uygulamaya çalışmıştır.

Daha sonra bazı sapık fikirli âlimlerin de teşvikiyle bu teşebbüs yeni bir din oluşturma aşamasına gelmiştir. Ekber Şah’ın bu batıl yola girmesine sebep olanların başında Şeyh Mübarek Nagori ve iki oğlu gelmekteydi. Ebül Feyz ve Ebül Fazl Allami isimli bu iki kardeş, sultanın her hareketine ilahi bir mânâ vererek onu yanıltmışlardır.

Ekber Şah inşa ettirdiği büyük bir divanhanede Müslüman, Hıristiyan, Hindu, Budist, Mecusi âlimlerini toplayarak birbirleriyle tartışmalarını dinliyordu. Bu divanda Ebül Fazl Allami, zekası ve hitabeti ile öne çıkarak Şah’ın güvenini ve desteğini kazandı. Etrafındaki dalkavukların telkiniyle kendisinde ilahi bir güç olduğuna inanan Ekber Şah, Fetihpur Ulucamii’nde minbere çıkarak Ebül Feyz tarafından hazırlanan bir manzum hutbe okudu. Şeyh Mübarek de onun “Sultanü’l- İslâm kehfü’l-enam emirü’l-mü’minin zıllullah ale’l-âlemin” olduğuna dair bir belge hazırlayarak bütün ulemaya imzalattı. Ekber Şah, 1582 yılında eyalet valilerinin önünde “Dini İlahi”yi kurduğunu resmen ilan etti.

Bunun üzerine İmam-ı Rabbani Ekber Şah’a, sarayında görevli olan Murtaza Han, Bayram Han ve Abdürrahim Han ile şöyle haber gönderdi:

“Ekber Şah, Hak Teâlâ’ya ve O’nun Resûlüne âsi olmuştur. Benim tarafımdan kendisine söyleyip hatırlatın ki; onun şahlığı da, kudreti de, iktidarı da, ordusu da her şeyiyle birlikte büyük bir bela ile dağılıp perişan olacaktır. Tövbe etsin, Allah ve Resûlü’nün (s.a.v.) yolunu tutsun. Aksi hâlde Allah’ın kahrını, gazabını beklesin.” Fakat İmam-ı Rabbani, hiçbir zaman Ekber Şah’ı zındıklık ve kafirlikle suçlamadı. Doğrudan muhatap almadan tesir edebilecek insanlar vasıtasıyla onu ikaz etmeye çalıştı. Asıl mücadelesi ise; sağlam inançlı, Kur’an ve sünnete bağlı, Allah rızasını kendine gaye edinen talebeler ve müridler yetiştirerek, bu ifsad hareketini önlemeye çalışmasıdır. Yani siyasi mücadele yapmaya imkanı olduğu halde, doğrudan iman ve Kur’ân hizmetine ve insan yetiştirmeye yönelmiştir.

İMAM-I RABBANİ NELER YAPTI?

Yaşadığı bölgenin ve zamanının problemlerini, yanlış düşüncelerini ve sapık iddialarını çok iyi kavrayan İmam-ı Rabbani, İslâmiyet’in ana kaynakları olan Kur’ân ve sünneti esas alarak tecdit ve ıslah hareketine başladı. Bir taraftan bozulmuş ve yanlış bilgileri düzeltirken, diğer taraftan ihtiyaç duyulan açıklamaları da nübüvvetin varisi olarak yapmaya çalıştı. Nakşibendiliği yeniden ihya ederek, İslâm ümmetinin kurtuluşu için reçeteler sundu.

Kurmuş olduğu Müceddidiye kolu ile Nakşiliğin bütün İslâm âleminde yaygın hale gelmesini sağlayan İmam-ı Rabbani, bütün tarikatların şeriata bağlı olduğunu, tasavvuftaki yanlış fikir ve batıl âdetlerin temizlenmesi gerektiğini söyledi. Önceleri kabul ettiği vahdeti vücud fikrini terk ederek daha sonra vahdeti şühudu, şeriat ve hakikata daha uygun bularak benimsedi.

Hayatının son otuz yılını geçirdiği Hicri 11. Asrın, diğer bir ifadeyle iki bininci yılın müceddidi olduğu, aradan geçen 400 yılda icma ile kabul edilmiştir. Tarikatın, şeriatın bir hizmetçisi olduğunu vurgulayarak; sufilere ilim, amel ve ihlas ile toplumda örnek olup hizmet etmelerini öğütlemiştir.

DİNİ İLAHİ NE DEMEKTİR?

Ekber Şah ve etrafındaki kötü niyetli alimler tarafından ortaya atılan bu yeni din iddiası, aslında İslâmiyet’in içinde yer alan bir nifak hareketiydi. Çünkü hem sultanı hem yöneticileri hem halkı Müslüman olan bir devlette reformist bir anlayışla, İslâmiyet’in inanç, emir ve yasakları üzerinde değişikliğe gidilerek oluşturulmuştu. Hatta önceleri Ekber Şah müçtehidlere özenmiş, daha sonra etrafındaki dalkavuklar, kendisine “imamı adil” unvanı vererek müçtehidlerden daha üstün olduğunu söylemişlerdi. Bu yalana inanan Ekber Şah ise artık içtihad yapıp mezhep kurmak yerine, birkaç dinin beğendiği taraflarını seçerek yeni bir inanç sistemi oluşturmaya karar vermişti.

Bu yeni inanç sisteminin bazı emir ve yasakları şöyleydi: Ekber Şah’ın huzuruna gelenlerin secde etmesi gerekiyordu. Hindulara özenerek inek kesmek yasaklandı. Günde dört defa güneşe yönelip, adını zikretme âdeti çıktı. Erkeklerin ipek giyip, altın kullanması caiz görüldü. Erkeklerin birden fazla evlenmesi ise yasaklandı. Domuz eti, temiz kabul edilerek helal kılındı. Cesetler toprağa gömülmeyip ya suya atıldı veya yakıldı. Zekat ve cizye verilmesi de Şah’ın emriyle kaldırıldı.

Sonuçta bu reformist hareket diğer dinlere değil, sadece Müslümanlara bir baskı aracı olarak kullanılmaya başladı. İmam-ı Rabbani genel olarak halkın batıl inanç ve âdetlerden kurtulması ve tasavvuf ehlinin tarikatı şeriatın önüne geçirmemesi hususunda ıslah ve irşad faaliyetleri yapıyordu. Fakat bu yeni din anlayışı doğrudan İslâmiyet’i hedef almıştı. Müslümanları şüpheye düşürüp toplumu bunalıma sürüklediği için, İmam-ı Rabbani “İsbatün-nübüvve” ve “Mektubat” adlı eserleriyle bu hastalıkların reçetesini vermeye çalıştı.

İMAM-I RABBANİ’NİN FİKİRLERİ

İmam-ı Rabbani’nin 20 yaşındayken saraya girmesi, devrin siyasi şahsiyetleri ve yöneticileriyle tanışması onun fikirlerinin oluşmasında çok önemli bir aşamadır. Ekber Şah önceleri dindar bir sultan olmasına rağmen, cehaleti yüzünden gereksiz tartışmaların tesirinde kalarak şüpheciliğe kapılmıştır. Bunun sonucu olarak tamamen İslâm akidesinden uzaklaşmasını gözlemlemiş olan İmam-ı Rabbani’nin, tecdid ve ıslah hareketine girişmesi bir zaruret olmuştur.

Ekber Şah’ın üzerinde çok etkili olan ve ona yanlış fikirler empoze eden iki kardeş ile önceleri dost olan İmam-ı Rabbani, zaman içinde hem Ebül Feyz hem de Ebül Fazl’ın yanlış hatta tehlikeli fikirler taşıdıklarını tesbit edip onlarla ilmi tartışmalar yapmıştır. Bilhassa peygamberliğin gereksizliğini savunan ve Sünni alimlere hakarete varan sözleri üzerine Ebül Fazl Allami’yi şiddetle tenkit etmiştir.

Ekber Şah ve oğlu Cihangir zamanında devlet idarecilerinde meydana gelen ahlaki yozlaşma, makam hırsı, maddi menfaat ilişkileri, adalet ve şeriattan uzaklaşma ve zulmün yaygınlaşması, genel olarak toplumda manevi bir çöküşe sebep olmuştu. Eğitim zayıflamış, ilim ve fikir dünyası adeta karanlığa gömülmüştü. Böyle bir ortamda yanlış ve batıl adetler yeniden revaç bulmuş, bazı devlet adamları ve âlimler tarafından desteklenen reform hareketleri, sonunda İslâm dini içinde bir nifak hareketi doğuracak seviyeye ulaşmıştı. Bu gelişmeleri yakından takip eden İmam-ı Rabbani, hayatının son 34 yılını geçirdiği iki bininci yılda irşad ve tecdid görevini yerine getirmiştir.

Bir tarikat mürşidi ve tasavvuf ehli olmasına rağmen İslâm’ın ilmi ve fikri yönünü daima ön plana almış, Kur’an ve sünnetin hurafeleri önlemek için yeterli olduğunu ortaya koymuştur. İmam-ı Rabbani, vefatından sonra sadece Hindistan’da değil, bütün İslâm dünyasında tanınmış ve fikirlerinden istifade edilmiştir. İslâmiyet’in itikadi konularını kuvvetlendirmek için çok gayret göstermiş, İslâm beldelerinde sağlam bir inanç ve sünnete uygun hayat tarzının yerleşmesinde çok önemli hizmetleri olmuştur.

Kaynak: Haber Vakti